28 Eylül 2020 Pazartesi

Unutulmuş Bir Denizcimiz: Ali Rıza Seyfioğlu

 


Bu dizeler çok önemli bir edebiyat tarihçisi, yazar ve denizci olan Ali Rıza Seyfioğlu’na ait. Seyfioğlu ailesi Türk modernleşmesinin de yakın dönem özeti gibi aslında.

Ali Rıza Bey’in dedesi 1734 yılında doğmuş olan Kuleli Kara Hasan. Kuleli Kara Hasan, Bayburt’un bir köyünde doğuyor ve genç bir delikanlıyken köyde veba salgını baş gösteriyor. Vebadan kurtulan tek kişinin Kara Hasan olduğu söyleniyor. Bir süre sonra Of’a gidiyor ve burada bahriyeli olmaya karar veriyor. İstanbul’da Galata Kulesi’nde limana girip çıkan gemileri kaydedermiş. Bu yüzden lakabı Kuleli kalıyor. Ailenin denizcilik serüveni böylece başlıyor.

Kuleli Kara Hasan’ın tüm oğulları denizci oluyor.

Ali Rıza Seyfioğlu 1880 yılında doğuyor, 1892’de babası Mehmet Seyfi Efendi Gemlik Tersanesi komutanlığına yükseliyor. Ali Rıza Seyfioğlu’nun amcası İsmail Hakkı, Bahriye yüzbaşısı iken yanarak şehit olmuş. Amcaoğlu olan Ömer Sıtkı Bey de Bahriye yüzbaşısı iken I. Dünya Savaşında şehit düşmüş. Ali Rıza Seyfioğlu’nun en büyük amcası Süleyman Nutki Bey (1852–16. 10. 1923), denizcilik camiasının yanı sıra basın dünyasının da yakından tanıdığı bir simadır. O, çeşitli dergi ve gazetelerde denizcilik tarihine dair yazdıkları ile yine bu konularda yaptığı tercümeleriyle kendine haklı bir şöhret edinmiş.  Süleyman Nutku’nun bir diğer oğlu da Ord. Prof. Ata Nutku’dur (1904 – 31 Ocak 1994). O da aile geleneğine uyarak Bahriye subayı olmuş. Aynı zamanda Gemi İnşa Mühendisiydi ve Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk gemi inşaatını gerçekleştiren kişi olarak tarihe geçmiştir. Diğer yandan, Süleyman Nutku’nun küçük oğlu, Özdemir Nutku Türk tiyatrosunun unutulmaz isimlerindendir.

Ali Rıza Seyfioğlu hem denizcilik hem de edebiyat sevgisini babası Mehmet Seyfi Efendi’den almış. O, “bahriye zabiti olmakla beraber, Arap ve Acem edebiyatlarına, bilhassa tasavvufa ve diniyata vâkıf ve çok meraklı idi. Hafız Divanı’nı ezberden bildiği halde kırkından sonra tekrar iki yıl eserin tasavvufî şerhi bakımından ders görmüştür.” (Saadeddin Nüzhet ERGUN: Türk Şairleri, 1936, s. 455)

Seyfi Bey, aile geleneğine uygun olarak 1892 yılında Bahriye Mektebi’ne gider. Burada denizciliğin yanı sıra edebiyat ve denizcilik tarihiyle de ilgilenmeye başlar. Okulun edebiyat etkinliklerinde çok aktiftir. Gazete çıkarır, şiir ve edebiyat tartışmalarına katılır. Ayrıca bu dönemde okuduğu Namık Kemal’in ve Ziya Paşa’nın eserlerinin tesiriyle, vatan ve millet meselelerine de ilgi duymaya başlar. Aynı zamanda daha yazı hayatının başındayken okulda aldığı çok iyi yabancı dil derslerinin de yardımıyla çevirilere ağırlık verir. Yine öğrenciyle İttihat ve Terakki ile tanışır. Teşkilatın okul içinde yurt dışından gelen dergilerin gizlice teslim alınması, dağıtılması ve okutulması görevlerini üstlenir.

Yazı hayatına ilk kez 1897’de Resimli Gazete’de atılan Ali Rıza Seyfi, daha 17 yaşındadır; birkaç şiir tercümesini ve kendisine ait şiirlerini yayımlanmıştır. İlk roman çalışması, yine bu yaşlarda olmuştur. Onun “Hayat-ı Alûde” adlı romanı 1899’da Musavver Fen ve Edep mecmuasında tefrika edilir.


Ali Rıza Seyfioğlu’nun eserleri arasında tarihi kurguların fazlalığı dikkat çeker. Belki de bu nedenle çoğu yazdıklarının gazete ve dergilerin tarih sütunlarında yer almıştır. Onun bu konuda başlıca ilgi alanı, Türk denizciliği ve Osmanlı – Rus Savaşlarıdır. Aynı zamanda Türk denizcilik tarihinin önemli isimlerinden Kemal Reis, Baba Oruç, Turgut Reis, Barbaros Hayrettin gibi şahısların biyografilerini yazmıştır. Kendinden sonra bu konuda kalem oynayacak Cevat Şakir gibi Türk edebiyatı yazarlarına önemli kaynaklık ettiği düşünülebilir.

Yazar ayrıca, popüler dünya edebiyatının önemli eserlerini gerek tercüme gerekse uyarlama yoluyla edebiyatımıza kazandırmıştır Tarzan (1935) başlıklı dört ciltlik tercümesi ve Kazıklı Voyvoda (1928) adlı uyarlaması bu eserlerin başında gelir. Kazıklı Voyvoda, dönemin Türk sinemasında Drakula İstanbul’da (1953) adı altında filime alınmıştır. Ayrıca, bu kitap 1997’de Drakula İstanbul’da adı altında yeniden yayımlanır.

Ali Rıza Seyfioğlu 1909’da yüzbaşı rütbesiyle emekli olduktan sonra hem denizcilik tarihi hem de edebiyat alanında çalışmalarını ölene kadar sürdürdü. İstanbul’un işgali üzerine ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşerek Matbuat Umum Müdürlüğünde İngilizce tercümanlığı, 1926’da döndüğü İstanbul’da ve Ticaret Odası Deniz Ticareti Şube Başkanlığı yaptı. Yazı ve şiirleri Şehbal, Tasvir-i Efkar, Donanma, Sabah vd. dergi ve gazetelerde yer aldı.

1958 yılında İstanbul’da hayata gözlerini kapadı.

Dilerim bu denizci gelenekten gelen yazarımız hep hatırlanır, üzerinde çalışılır.

ESERLERİ:

ŞİİR: Muazzez Vatana (1913).

TARİHİ ROMAN: Hayat-ı  Alûde (1900), Kazıklı Voyvoda (1928), Deli Aslan (1933), Çocuk Kahraman Durakoğlu Demir (1934), Bozkırların Kurtları (1935), Bayram Reis (1935).

ARAŞTIRMA-İNCELEME:  Muharebâtı Bahriye-i Osmaniye Zeyli (1899), Turgut Reis (1899), Çanakkale Boğazı (1900), Kemal Reis ve Baba Oruç (1909), Barbaros Hayrettin (1910), Kırım Harbi’nde Kars Niçin Düştü? (1913), Kafkasya’nın Ruslar Tarafından İstilası Tarihi (1917), Gazi ve İnkılap (1933),  İskitler ve İskitler Hakkında Heredot’un Verdiği Bilgiler (1934), Kurtuluş ve Kurtuluş Savaşı Üzerindeki Yazılarım (1934), Attlee (1945), Türklük Demek Kahramanlık Demektir (1940), Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı (yay. haz. Ali Şükrü Çoruk, 2001’de iki baskı).

ÇEVİRİ: Harekat-ı Bahriye (1928), Yutland Muharebe-i Bahriyesi (1934), Tarzan’ın Canavarları (1935), Bir Milletin Bir İmparatorlukla Savaşı 1828-1829 Türk Rus Harbi (1940), Çeşme Deniz Muharebesi ve Akdeniz’de İlk Rus Donanması (1943), Türkiye ve Kırım Harbı (1943), Sir Adolpus Slade’in  (Müşavir Paşa) Türkiye Seyahatnamesi ve Türk Donanması İle Yaptığı “Karadeniz” Seferi (1945), Yanlışlıklar Gecesi (1946).

HAKKINDA: S. Nüzhet Ergun / Şairler (c. I, 1936), TBE Ansiklopedisi (c. I, 2001).



 

Kaynak: Ali Rıza Seyfioğlu, Dr. Osman Yıldız, Cumhuriyet Üni. Türk Dili Ok

Türk Tarihinin Yönünü Değiştiren Savaşlar II, Deniz Savaşları, Mehmet Tanju Akad, İnkilap Y.

Tarih, siyaset ve denizcilik meraklıları için çok güzel bir kaynak kitap.

"Osmanlılar tarih sahnesine çıkmadan çok önce Türkler denizlere ulaşmış ve denizciliğe başlamıştır. Esasen bu, coğrafyanın emrettiği bir durumdu(...) Türkler hiçbir zaman denize sırtlarını dönmediler ve bu alanda ciddi gayret gösterdiler. Ancak tüm bunlara rağmen Türkler denizci milletler arasında ön sırada bir yer edinemedi(...)

Deniz gücüyle ilgili olarak bilinmesi gereken en önemli husus, bunun sadece savaş ve destek filolarından ibaret olmadığıdır. Sivil denizciliğin gelişmesi; güçlü bir donanmanın hem önkoşulu hem de varlık nedenidir. Koşuludur çünkü denizcilik bilgisi ve personeli öncelikle ticaret gemilerinde yetişir. Aslında bunlar bir anlamda donanmanın varlık nedenidir, çünkü denizden nakliye yapmıyor veya deniz kaynaklarından yararlanmıyorsanız donanmanın yararı ve anlamı yoktur(...)

Deniz imparatorlukları ya da denizlerle iç içe büyüyen devletler, kara imparatorluklarından çok daha uzun ömürlüdür. Örneğin Cengiz ve Timur'un bozkır imparatorlukları coğrafi alan olarak çok daha büyük olmakla birlikte göz açıp kapayana kadar dağılmıştır. Buna karşın Batı Roma bin yıl, Doğu Roma'yı da sayarsanız iki bin yıl ayakta kalmıştır.

Deniz, kültür alışverişini arttıran bir unsur olarak da ayrı bir değer taşır. Bu bakımdan denizci ülkeler sadece daha çok ekonomik yarar değil, aynı zamanda daha büyük bir uzlaşma ortamının avantajından yararlanırlar. Denizden uzaklaştıkça, hoşgörüden de uzaklaşılır(...)

Bin yıla yaklaşan denizcilik tarihimiz, bu alana yönelen tüm insanlarımız için manevi bir güç olmasının yanı sıra, ülkenin daima daha aydınlık yüzünü temsil eder. Deniz, her türlü ayrımı geri plana atan büyük bir birleştiricidir. Gelecekte çok daha fazla öyle olacaktır." 

Gemi, Kemi, Kimi

Dîvânü lugāti’t-Türk’te "gemi" sözcüğü Oğuz ve Kıpçak lehçelerinde "kemi", diğerlerinde "kimi" şeklinde kullanılıyordu.

İslâmî literatürde gemi karşılığı olarak çok sayıda kelime kullanılmış ve aynı kelimenin farklı zamanlarda farklı gemi türlerini adlandırması deniz tarihi araştırmalarında büyük karışıklıklara yol açmıştır. Genel anlamda bütün gemilere sefîne veya merkeb deniliyor, bunlara bazı sıfatlar eklenerek özel gemi tipleri ifade ediliyordu: Merkeb-i kebîr (büyük gemi), merkeb-i tavîl (uzun gemi), merkeb-i sakīl (ağır yük gemisi), merkeb-i hafîf (hafif yük gemisi) gibi. Bu gemilerin bazısı son derece büyüktü. XI. yüzyıla ait kaynaklar, bunlardan bir tanesinin direk uzunluğunun 23 m., yük kapasitesinin ise 300 ton olduğunu yazmaktadır (Christides, Dictionary of the Middle Ages, IX, 76). 

Osmanlı gemileri genellikle kürekli (çektiri sınıfı) ve yelkenli olarak ikiye ayrılırdı. Tarih boyunca kırka yakın gemi türünün kullanılmasının nedeni Tuna'dan Hint Okyanusu'na kadar farklı sularda seyir yapma ihtiyacıdır. Osmanlı'ya çok farklı coğrafyalardan, dil ve dinlerden gemiciler, gemi yapım ustaları, deniz insanları akmış bugün pek de hatırlamadığımız zengin bir denizcilik kültürü bırakmıştır. 

Osmanlı donanmasının temelini uzun süre kadırgalar oluşturmuş. Boyları 45-50 metre, enleri 7 metre olan ve kürekçi,levent, azaplardan oluşan 300-330 kişilik mevcuduyla çok hızlı gemilerdi. Kürek gücü ve gerektiğinde yelkenleriyle destek rüzgâr gücüyle hareket ederdi. Fırtınalara dayanıklı ve hareket gücü yüksek gemilerin en büyük zaafı ikmal sorunu idi. Özellikle forsaların su ihtiyacı kritik rol oynuyordu. Çünkü yeterli su içemeyen kürekçilerin bir süre sonra gücü düşüyordu. Geminin yapısı icabı yiyecek ve su taşıma kapasitesi düşüktü. Bu nedenler 6-7 günde bir bir destek noktasına uğraması gerekiyordu. Bu lojistik merkezlerinin kurulması, korunması, donatılması dönemin yönetimlerini önemli derecede zorlamıştır.

Kadırgalar XVIII. yüzyılın başlarından itibaren yerlerini daha büyük olan ve yelken gücüyle giden kalyonlara bırakmış. Ama bu geçiş sancısız olmamış. Gemi yapım ustaları ve gemi reisleri bu yenliğe ayak uyduramamanın korkusuyla direnmişler. Tabii zamanın ihtiyaçları bu ağlamaları dinlememiş. Hep öyle olur zaten. Zamanın ruhu gelir süpürür gider...

Kaynaklar: İslam Ansiklopedisi; TTYDS II, Deniz Savaşları, M. Tanju Akad, İnkilap Y.

(Tablo: 
Bir Osmanlı kadırgasını tasvir eden resim (Hüsnü Tengüz Albümü, İstanbul Deniz Müzesi, nr. 578, vr. 4a)


Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan, Katip Çelebi, Kabalcı

 Katip Çelebi'nin kitabını Türkçeyi seven herkes okusa keşke. Bir dil şöleni gibi kitap. Tarih meraklıları için de hazine sayılır. Kitaptan yapılan kazılarla başka kaynaklara gidip zenginleşiyor insan. İyi kitaplar ile iyi insanlar birbirlerine çok benzer. Dalga dalga dokurlar etraflarını.

"Sekiz yüz yetmiş ikide (1467-68) Karaman seferinden döndüklerinde Venedik Cenerali (kaptanı deryası) altmışı geçkin kadırgayla İnoz üstüne düşüp kadı ve hatibini, nice Müslümanları tutsak ve o tarafları yağma ettiği arz olundukta, donanma-yı hümayun hazırlanması içun Mahmut Paşa'ya Gelibolu sancağı verilip Osmanlı kıyılarında olan gemilerin hepsi onun buyruğuna kondu."

Bu olay Fatih zamanında geçiyor ve metinden anlıyoruz ki, Mahmut Paşa'ya kaptan-ı derya rütbesi verilmiş. Çünkü Osmanlı'nın ilk tersanesi Gelibolu'da kurulmuş ve o günden sonra Gelibolu sancakbeyi rütbesi almak aynı zamanda kaptan-ı derya olmak demek. Zaten metinde de Gelibolu sancağını aldıktan sonra bütün gemilerin onun buyruğu altına alındığından bahsediyor.

Bu gelenek Barbaros zamanına kadar sürmüş. Barbaros için Kaptan-ı Derya ve Cezayir-i Bahr-i Sefid Eyaleti Beylerbeyi (Denizler Beylerbeyi) denmiş. 

Cezayir-i Garp ile Cezayir-i Bahr-i Sefid genelde karıştırılıyor. İlki Afrika'daki Cezayir ülkesini ifade ediyor. Cezayir-i Bahr-i Sefid ise Gelibolu merkez sancak olmak üzere Eğriboz, Karlı-ili, İnebahtı, Rodos, Midilli, Sakız sancakları ve öteki Ege adalarını kapsıyor. 

Bugün Ege Denizi mi Adalar Denizi mi diye tartışılan bölge tarihte Cezayir-i Bahr-i Sefid Eyaletiydi diyebiliriz galiba.

Barbaros'tan sonra Sokullu Mehmet Paşa ve Piyale Paşa kaptan-ı derya olunca hemen Cezayir-i Bahr-i Sefid Beylerbeyi payesini alamamış. Denizde başarı kazanıp kendilerini ispatladıktan sonra Denizler Beylerbeyi unvanını almışlar. Oysa Sinan Paşa kaptanı derya olur olmaz bu unvanı kullanmış. Bunda Damat Sadrazam Rüstem Paşa'nın kardeşi olması etkili olmuş olmalı. Sinan Paşa ayrıca deniz tutan ve denizcilikten hiç anlamayan bir kaptanı derya olarak tarihe geçmiş. Hem de Kanuni devrinde.

Türkler ve Deniz, Editör: Özlem Kumrular, Kitap Yayınevi

 


Çok önemli bir kaynak. 2005 yılında düzenlenen “Türkler ve Deniz” konulu sempozyum tebliğlerinden oluşuyor. 

En ilginç tebliğide, Tarihçi E.S. Castano Akdeniz’de Türklerle büyük rekabet halinde olan İspanya’da Doğu’dan gelen istihbarat, haber ve dedikodular üzerine aviso (bilgilendirme) olarak tanımlanan bir edebiyatın doğduğunu anlatmış.  Castano'nun tebliğine dayandırdığı bir kitabı var ama çevirisini bulamadım maalesef. Çok okumak isterdim...

Bu tebliğler kitabının da baskısı yok, sadece sahaflarda bulunuyor.






Yaman Koray, Deniz Ağacı, Remzi Kitapevi

Yaman Koray’ın Deniz Ağacı’nı bir sahaftan aldım. Bursa İl Halk Kütüphanesi kitabı değersiz bulmuş, düşümünü yapmış, hurda kâğıt olarak vermiş. Atılanın bir hazine olduğunu bilenlere rastlamış kitap tesadüf eseri. Bu hazin bir öyküdür ve bizim öykümüzdür. Yazarlar, şairler, bilim insanları nasıl bir coğrafyada yaşadıklarını biliyorlar aslında. İnat da politiktir bu ülkede. Ayrıca bunlara şahitlik etmek zerre kadar neşemden götürmüyor. Zira cehlin yıktığını irfan ile kurarız.




Osmanlı Donanmasında Kadırgalar, Mehmet Taş (yayınlanmış makale)

Kadırgalar oldukça uzun ve dar, kısmen su seviyesinde denecek kadar alçak ve hareketleri hızlı gemilerdi. Limanlara giriş ve çıkışta ve düşman gemisine saldırı esnasında, kürekle denize açıldıktan sonra ve hava rüzgârlı iken yelkenle hareket ederdi. 

Bir Osmanlı kadırgasının iki bodoslaması arası 17.yüzyılın ortalarına kadar 41,5 metre iken bu dönemden itibaren ise 42,5 metre olarak belirlenmişti. Bir kadırga ne kadar uzun olursa o derece iyi görünüyordu. Kadırganın en sağlam yeri pruva denen baş kısımlarıydı. Pruvanın iki yanındaki sivri çıkıntıları yani mahmuzları kadırga hücuma geçtiğinde düşman gemisinin bordasını parçalamaya yarıyordu. Osmanlı kadırgaları emsali olan Venedik ve İspanyol gemilerine göre daha sadeydi. Osmanlıların hayat anlayışına uygun olarak kaptan köşkü ve diğer kamaraları gayet basit ve gösterişten uzak olduğu gibi gereksiz eşyalarla dolu değildi. Bununla beraber bütün gemilerde olduğu gibi Osmanlı kadırgalarında da taş ve çakıldan oluşan bir miktar safra bulunurdu.

Kadırgalar uzunlukları fazla olduğu için iyi havada hızlı hareket edip güverteleri su seviyesine yakın olduğu için sert havalarda limana sığınıp direklerini yatırırlar, böylece uzaktan fark edilmeleri zor olduğu için saldırdıkları yer düşman sahili ise yakıp tahrip ederek hızla geri dönebilirlerdi. Bir kadırganın iki sabit ve kısa direği vardı. Bunlara uzun bir seren takılırdı. Havasına göre 8,00-14,00 ziraa (6,06 metre-10,60 metre) genişliğinde üç köşeli bir yelken açılırdı. Ön direkte trinkete denilen dört köşeli bir yelken daha bulunurdu. Kalyonlardan farklı olarak genişlikleri kısa olduğu için sert havalarda yelken kullanmaz kürekle yol alırdı. Rüzgârlı sert havalarda kürek kullanmaz da yelken de ısrar ederlerse genişlik ve uzunlukları tezat teşkil ettiğinden ortadan kırılarak batma tehlikesi yaşarlardı.

Bir kadırgada 25 oturak, her oturağın iki tarafında birer kürekten toplam 49 kürek bulunurdu. Kürekler güverte hizasını aşan kürek küpeştelerine takılıyordu. Her küreği de duruma göre 4 ya da 5 kişi çekiyordu. Bir küreği 4 kişinin çekmesi halinde 196 kürekçi, 5 kişinin çekmesi halinde 245 kürekçiye ihtiyaç oluyordu. Kürekçiler esas itibarıyla ocaklık olarak veya ücret karşılığında halktan temin edildiği gibi esirler ve kürek cezasına çarptırılmış suçlulardan da sağlanıyordu. 

Kürekçilerin oturdukları oturaklar meşin ile kaplıydı. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre baştarde olarak isimlendirilen ancak ondan hacim olarak daha büyük olduğu halde kadırga sınıfına dâhil edilen gemilerde hem personel sayısı fazla hem de oturak sayısı 26-30 arasında değişiyordu. Kaptan Paşa tarafından kullanılan baştardesinin boyu 52-55 metre kadar olup kürekçi sayısı 500 idi. Baştardede kürekçiden başka 216 savaşçı ve topçu personel bulunuyordu. Osmanlı kadırgaları bilhassa 17.yüzyılda pek hafif ve süratli olup yetenekli kürekçileriyle hızlı manevralar yaparlardı. Ortalama bir kadırgada 100 savaşçı personel ile 3 top bulunuyordu.5

Kâtip Çelebi, Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l-Bihar isimli eserinde kadırga halkını anlatırken onların 1 reis 20 halatçı,2 dümenci,1 yelkenci 2 kalafatçı,2 kürek yapıcısı,2 marangoz,196 kürekçi ve 100 savaşçı olmak üzere toplam 330 kişiden oluştuğunu söyler. Bu kadırganın ortalama bir kadırga olduğunu varsayarsak daha büyük ya da daha küçük kadırgalarda bu sayının ufak farklarla değişebileceğini varsaymak yanlış olmayacaktır.

Bir kadırgada savaşçı olarak tımarlı sipahiler yanında Yeniçeri, cebeci ve topçular yer alıyordu.17.yüzyıldan itibaren ise kadırgalar leventler katılmaya başlamıştır. Savaşçılar kadırganın iki küreği arasında manga denilen boşlukta duruyor ve her mangada ikisi tüfekli biri oklu olmak üzere üç asker bulunuyordu. Yine Kâtip Çelebi’ye göre 17.yüzyılda her kadırgada 100 savaşçı ile birlikte 196 kürekçi,20 halatçı,2 marangoz ve bütün mürettebatın üstünde bir reis olmak üzere 328 kişi mevcuttu. 

Kadırga reisinin harita ve pusula kullanmasını bilen tecrübeli biri olması gerekiyordu.Top olarak ise 15.yüzyıl sonlarında bir büyük top ile 4 darbzen ve 8 prangı topu bulunmaktaydı. Daha sonraki devirlerde ise birisi başta, ikisi yanda olmak üzere 3 top vardı.

17.yüzyılın başlarında bir kadırganın maliyeti inşaat için lüzumlu kereste, çivi, zift, katran, üstübü gibi malzeme masrafları yanında marangoz, bıçkıcı demirci gibi usta ücretleri ile birlikte 236.500 akçeye ulaşıyordu.

OSMANLI DONANMASINDA KADIRGALAR, Mehmet TAŞ, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tarih Ana Bilim Dalı

https://www.academia.edu/37972106/OSMANLI_DONANMASINDA_KADIRGALAR

Amatör Denizci El Kitabı, Sezer Atmaca, Amatör Denizcilik Federasyonu

 Türkiye'nin en iyi denizcilerinden Sezer Atmaca'nın hazırladığı bir tür denizciliğin ABC'si. Denize yeni merak salanlar için bir başlangıç kitabı. Sezer Atmaca güzel Türkçesi ve konuya hakimiyeti ile bir baş ucu kitabı hazırlamış.

"Amsterdam şehri tarafından İngiltere kralı II. Charles’e taç giyme hediyesi olarak armağan edilen 16 metrelik Mary adlı yat, 1660 yılında İngiliz yatçılığının miladı olarak kabul edilir. İngilizce, Almanca ve Türkçeye giren yat ismi, Flemenklerin jaght (avcı, takipçi) sözcüğünden türemiştir. Hollandalılar 14. Yüzyıldan itibaren korsanları ve kaçakçıları kovalamak, bazen de gezmek için bu küçük ve hızlı tekneleri kullanıyorlardı." 




Mary


Muzaffer Kalkış Bey

 

Türkiye’de ilk resmi yelken yarışlardan biri, 1932 yılı Eylül ayının ilk üç hafta sonunda, 3 yarış üzerinden yapılan ilk Istanbul Birinciliği Yarışlarıdır. 

Burada toplam 47 tekne yarışmış olup 5 sınıfta (ilk 2 sınıf, sadece Heybeliada Deniz Harb Okulu tarafından kullanılıyordu, diğer 3 sınıf ise uluslararası sınıflardı) ilk dereceleri alanlar:

Işkampavya Sınıfı / Deniz Mülazım Vedat Bey

Filika sınıfı / Deniz Mülazim Rafet Bey

12 kadem Dinghy Sınıfı / Selim Zeki Bey - Faruk Refik Bey (Faruk Birgen)

15 metrekare Yole Sınıfı / Harun Bey (Harun Ülman) - Behzat Bey (Behzat Baydar)

12 metrekare Şarpi Sınıfı / Şeref Refik Bey (Şeref Birgen) - Şakir Atıf Bey

Yine 1932 Eylül ayında, 12 metrekare Şarpi sınıfında İzmir Karşıyaka'da ilk yarışlar yapılmıştır. Bazı katılanların ismi bilinmekle beraber, dereceler belli değildir.

İzmirden ilk bilinen derece, 9 Eylül 1938 tarihinde yapılan Kaba Yole sınıfında, 3 tekne ile yapılan yarışın birincisi Göztepe'den Muzaffer Kalkış'tır.

Muzaffer Kalkış geçen yıl aramızdan ayrıldı.


https://enguzelseyyelken.blogspot.com/2013/04/turk-yelken-tarihi_26.html?m=1&fbclid=IwAR07T_nDXVSO-2AIU4hugu3olDBe-a1MoNtVTjA2CJRvanA9hcL-f2lKfAA

Mir'at-Ül Memalik, Seydî Ali Reis, Tercüman Y.

 

Türk denizciliğinin en renkli isimlerinden birisi de Seydî Ali Reis’tir (1498-1562).

Dedesinin ve babasının da donanmada önemli görevler yüklendiğini biliyoruz. Çekirdekten denizci olarak yetişmiş, genç yaşta Kanuni’nin Rodos seferine katılmış, Barbaros’un yanında Preveze’de, Sinan Paşa ile Trablusgarp seferinde pişmiştir. Yetenekleri nedeniyle Piri Reis’in ardından zor bir görev olan Hint Kaptanlığına atanmıştır. Zor demek az olabilir çünkü bu işte başarısız kabul edilen Piri Reis başını kaybetmiştir.

1553’de atandığı bu görevi kısaca anlatmak pek kolay değil. Osmanlı donanmasının en müşkül harekatı denilebilir. Portekiz donanmasıyla yaptığı birkaç çarpışmanın ardından büyük bir fırtınanın (Fil Tufanı) ortasında kalır. Donanma gemilerinin teknik yetersizlikleri nedeniyle bu afet felaket getirir. Kadırgaların bir kısmı parçalanır, kalanlar hurda haline gelir. Hint bölgesinde karaya çıktıklarında askerlerin çoğu yerel yöneticilere paralı asker olmak için ayrılır. Ali Reis Hint, Sind, Afganistan, Pakistan, Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan üzerinden kimi yerlerde ayağı yalın, başı kabak yola revan olarak, büyük maceralar atlatarak Anadolu’ya gelir ve yine boydan boya kara yoluyla İstanbul’a ulaşır.

Bu yolculuğu tam dört yıl sürmüştür. Herkes onu ölü bilmektedir. Ama bu seferi yüzünden beklendiği gibi başını vermez. Aksine ödüllendirilir ve hayatının geri kalanını huzur içinde geçirir.

İyi de olur çünkü aslında önemli bir bilimcidir de. Astronomi, seyir bilimi ve trigonometri konusunda dahi sayılabilecek kadar yeteneklidir. Çeşitli kitaplar yazar. İşte onlardan birisi de bu acayip Hint seferini anlattığı Mir’at-ül Memalik (Memleketlerin Aynası) kitabıdır. 

Osmanlı tarihçisi Jean-Louis Bacque Grammond Mir’atü'l-Memalik’in Fransızca çevirisini yayınlamış ve çok beğendiğini söylemiştir.

“Özbek dili ve edebiyatı” konulu bir radyo programına katılan Grammond’a Mir’atü'l-Memalik’i ve yazarı Seydi Ali Reis sorulduğunda. Kitabı çok beğendiğini, Fransızca çevirisini yaptığını ve Seydi Ali Reis rastladığı padişaha göre Çağatayca, Farsça veya başka dillerde şiirler yazıyordu. Bu kitabın konularına paralel bir kitaptan bahsedebiliriz, bu da Grek edebiyatından Anabasis demiştir. 

Seydi Ali Reis Çağataycayı bu zorlu gezisi zamanında öğrenmiştir.

Dönemin İstanbulunda “Başıma gelenler Seydi Ali Reis’in başına gelmemiştir,” gibi bir benzetme kullanılırmış 

Başın Sağolsun Akdeniz, Ziya Hanhan, Türkiye Yayınevi

 1970’li yıllarda popüler deniz edebiyatının unutulmuş ismi Ziya Hanhan’ın romanı. Halikarnas Balıkçısı’nın romanlarında da adı geçen Türk denizcisi Deli Murtaza’yı ve gemisi Zinet-i Derya’yı, arkadaşlarını anlatıyor. Deli Murtaza’nın denizci örfünü çiğneyerek sefere karısı Safo ile çıkması, Safo’nun da yeke tutan, yelken basan, gerektiğinde elinde iğri bıçağıyla rampaya çıkan bir deniz kurdu olması uzun uzun anlatılıyor.


Osmanlılar ve Deniz, İdris Bostan, Küre Yayınları

Çelebi Mehmet’in Osmanlı birliğini yeniden sağladıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri donanmaya el atması oldu. Gelibolu Kalesi sağlamlaştırıldı, büyük Türk denizcisi Çalı Bey Gelibolu tersanesinde yeni kadırgalar inşa ettirdi. Venediklilerle yapılan ilk büyük deniz savaşı (1416) kaybedilse de Çanakkale boğazının kontrolü elde tutuldu.

Bu dönem Türk denizciliği Akdeniz’deki iki rakip gücün çelişen çıkarlarından yararlanarak kendini geliştirmesini bildi. Cenevizlilerle baştan beri iyi ilişkiler kuruldu, Venediklilerle zaman zaman ciddi çatışmalara girildi. Bu kavgada Cenevizlilerin denizcilik bilgisinden yararlanıldı. Nitekim 1416 yılındaki deniz savaşında donanmada Cenevizli ve Latin paralı deniz askerleri görev aldı. Ama Gelibolu tersanesinde Akdeniz’in en eski deniz tecrübesine sahip Venedikli ustalar vardı ve Venedik ekolü etkiliydi.

Bu bilgi ve tecrübe aktarımı kısa sürede meyvelerini vermeye başladı. 1416 yenilgisine rağmen 1429’da Osmanlı donanması kimi Venedik adalarını baskı altına almaya başladı, hatta 1430’da Selanik denizden ablukaya alındı.

Tarihçi İdris Bostan’ın kitaplarını denizcilik tarihine ilgi duyanlara öneririm.

İmkânsız Bir Sefer, Wilfried Erdmann, Çev. Âli San, AMYC Yayınları

 Alman yelkenci Erdmann denizde tuhaf serüvenlere girmesiyle meşhur. Böyle olunca Stern dergisinin bir işini alır. Klasik rota olarak da anlandırılan Kuzey Atlantik’i geçip geri dönecektir. Bu rota Karaip seyri ya da Baltık turu gibi uygun rüzgârlarla değil ters rüzgar altında, kimi bölümleri oldukça sert havada ve yoğun sis altındadır. Tecrübeli denizciler için zor ama yapılmamış bir iş değil. Derginin istediği ise bu yol boyunca hiç yelken tecrübesi olmayan hatta denize bile çıkmamış sekiz kişilik bir “mürettebat” ile bu işi yapmasıdır 😀 Hatta şöyle Almanya’dan Atlantik’i 8 kişi ile geçecek, karşı kıyıya varınca bu ilk 8’i bırakıp yeni bir 8 ile geri dönecek. Yani acemilere iki defa rüzgarı, yelken basmayı, dümen tutmayı, vardiya nöbetini, manevraları, rota çizmeyi, yemek yapmayı, tekneden düşmemeyi ve delirmemeyi öğretecek.  Yaklaşık 4 bin deniz mili yol alacaklar ve tekne 15,5 metre boyunda şalopa armalı.

Tekneye şıpıdık terlikleri ve bir sürü bavulla gelen mürettebatın ilk gününü okumak çok komik gerçekten.

Eski Çağ'da İstanbul'da Balık ve Balıkçılık, Oğuz Tekin, Arkeoloji ve Sanat Yayınları

Eskiçağ tarihçilerine göre, İstanbul (Byzantion) akıntılar, hâkim rüzgârlar nedeniyle Boğaz’da ulaşım ve balıkçılık için Kalkedeon’a (Kadıköy) göre çok daha avantajlıydı. Hem Karadeniz hem de Çanakkale üzerinden seyir İstanbul için çok daha elverişliydi. Balık akınları da bu durumdan etkileniyordu. Mesela Strabon, palamutların akıntı nedeniyle Kalkedeon tarafından Byzantion’a süreklendiğini yazmış. Tabii bu durum Kadıköylü balıkçıları yıldırmamış. Muhtemel ki daha gözü kara ve mücadeleci yapmış onları. Nitekim kaynaklarda Kadıköy’ün tuzlanmış balık ihracında iddialı olduğu yazıyor.

İki yakanın balık kavgasını görmek isterdim

Denizci Hasan (Hasan Mellah), Ahmed Midhat, Kültür Bakanlığı

 

Alexandre Dumas’ın büyük eseri Monte Kristo Kontu’nu Teodor Kasap 1871 yılında çevirmeye başlamış. Ancak kısa süre sonra bu işin altından tek başına kalkamayacağını fark ederek arkadaşlarından yardım istemiş. Çeviriye Ahmed Midhat’ın da içinde olduğu otuza yakın kalem katılmış. İşin tamamlanması üç yıl sürmüş ama hangi bölümü hangi yazarın çevirdiği meçhul. Roman çok tutuluyor. Bunun üzerine Ahmed Midhat bu romanı örnek alarak benzeri bir macera romanını Türk edebiyatına kazandırmak ister.

Denizci Hasan romanı 1874’de basılır. Ahmed Midhat’ın ilk romanıdır. Deniz edebiyatımızın da ilk romanı sayılır herhalde. Monte Kristo Kontu gibi fasikül fasikül yayımlanır. Denizci Hasan da çok sevilir ve tutulur. Bunun üzerine 2. cildini de yazar. Ancak bu bir taklit roman değildir. Konusu ve anlatımı özgündür. Teknik olarak Monte Kristo Kontu’ndan ilham almıştır. Denizci Hasan, Fransız Restorasyon Devrinde ve Mısır Memlüklüler zamanında İstanbul, Fas, Fransa, Malta, Mısır ve Lübnan’da geçer.

Denizci Hasan’da şöyle bir cümle var:

“Su kesimine kadar olan yeri kırmızıya boyanmış, üst tarafı açık mavi ve yalnız etrafında bir siyah zıh var.” s.28

Zıh sözcüğü için bir dipnot düşülmüş: “Geminin teknesine boydan boya çekilmiş, tahta veya madenden yapılmış pervaz.”

Zıh sözcüğünün sözlük anlamı ise şu: 

Kelime Kökeni : Farsça

[isim] Giysilerin kol, yaka, etek vb. kenarlarına dikilen şerit veya kaytan

"Pantolon zıhı."

Marangoz işlerinde ince kenar pervazı.

Sayfa çevresine çekilen çizgi.

Sanırım Ahmed Midhat, teknelerin bordasına boydan çekilen ve kaplamayı çarpma ve vurmalara karşı koruyan yuvarlak çıkıntıyı kastediyor zıh derken. Ama denizcilik terimlerinde o elamanın adı borda kuşağı ya da yumru. Bence bunu bilmediği için ahşap işleme terimlerinden en uygununu bulmuş.

Resimde 4 numara.


Ahmet Büke

Rüzgâr Dümeni

Solo seyir ile dünya etrafında yelken basmış Özkan Gülkaynak kendi tasarladığı rüzgâr dümenini anlatıyor. İyi denizciler için donanımda vazgeçilmez iki özellik: basitlik ve sağlamlık. Gerektiğinde sorunu kolayca çözebilmelisiniz ve dayanıklı olmalıdır.
Aşağıdaki çizimde ise Bernard Moitessier’in 1968’de çıktığı efsane seyir için tasarladığı rüzgâr dümeni. Çok daha basit ama iş görür. 37 bin deniz mili boyunca çoğunlukla bu dümenle yol almış. Bir knock-down’da mizana bumbası kırdığında on dakika içinde yenisini yapıp koymuş. 
İyi denizciler dünyanın en becerikli sorun çözücü insanları olabilirler.

 

Uzun Yol – Bernard Moitessier (çev. Hasan Ali Öndül, Naviga Yayınları) 

 

Büyük Orfoz – Yaman Koray (Akis Kitap)

 Yaman Koray da Türk denizciliğinin ve deniz edebiyatının efsanelerinden birisi


aslında. Hayatının büyük kısmını dalgıç ve yelkenci olarak geçirmiş, denizi çok iyi öğrenmiş, çok sevmiş ve çok yazmış. Zamanında epey de okunmuş bir yazar. 2000’li yılların başında kitaplarını yeniden bastırmak isteğinde yayıncılar onu yaşarken ölmüş bir yazar olarak nitelemiş ve kapılarını kapatmışlar. Kitaplarının baskısı bulunmuyordu ama bu yılın sonuna doğru bütün eserleri yeniden basılacak. Büyük Orfoz’da bir zıpkıncının resiflerin efesi dev balığın peşinden tutkuya gitmesini anlatıyor.

Uzun Yol – Bernard Moitessier (çev. Hasan Ali Öndül, Naviga Yayınları)

Efsane Fransız denizci Bernard Moitessier. 1968 yılında ilk kez yapılan, dünya etrafında durmadan, tek başına yapılan yelken yarışı Golden Globe’un dokuz katılımcısından biriydi. Yarışı kazanma olasılığı fazlaydı. En yakın rakibine %77’lik bir zaman farkı atmıştı. Herkes onu bitiş çizgisinde beklerken Moitessier rotasını birden değiştiriverdi.

Teknesinde telsiz yoktu. Haberleşmek için eski bir denizci yöntemini kullanıyordu. Bir konserve kutunun içine yazdığı mesajını sıkıştırıyor ve sapanla yakınından geçen teknenin güvertesine fırlatıyordu.

Son sapan mesajı şöyleydi: “Amacım yolculuğa (!) bir süre daha, hala hiç durmaksızın, güneşin ve huzurun Avrupa’dakinden daha fazla olduğu pasifik adalarına doğru devam etmektir. Lütfen bir rekor kırmayı denediğimi düşünmeyin. ’rekor’ son derece aptalca bir kelimedir denizde. Yolculuğuma hiç durmadan devam ediyorum çünkü ben denizde mutluyum ve muhtemelen de ruhumu kurtarmak niyetindeyim.”

Koca Reis, dünya etrafında çoğunluğu Güney Okyanus’unda olmak üzere bir buçuk defadan fazla döndükten sonra, Tahiti’ye vardı. Funda demir, dediğinde deniz ve gökyüzü arasında yekvücut olduğu teknesiyle uçan balıklar, balinalar, fırtına ve rüzgâr ıslıkları arasında hiç karaya çıkmadan tek başına 37.455 deniz mili yapmıştı. Bütün yolu göksel seyir yöntemi, pusula ve haritalarıyla idare etti. Hızını bir parakete ile tespit etti. Modern denizciliğin neredeyse hiçbir donanımına sahip değildi. Yelkenlerinin tamirini, kaza sonucu armadaki hasarları hep tek başına halletti.

İşte bu kitap, bu büyük denizcinin seyir notlarından oluşuyor.

Buz – Tristan Jones (çev. Selahattin Erkanlı, Marmara Açık Deniz Yat Kulübü Yayınevi)

 Gelmiş geçmiş en büyük denizcilerden biri Tristan Jones. Denizle ilgili çok sayıda kitabı ve edebi eseri var ama Türkçeye sadece iki kitabı çevrilmiş ve maalesef sadece sahaflarda bulabilirsiniz. Denizciliğinin yanı sıra müthiş güçlü bir yazınsal dili var. Kuzey Buz Denizi’ne yaptığı uzun yolculuğu anlattığı bu kitabı okurken biraz Jack London, biraz Alaska çizgi romanındaki Ken Parker biraz da Kuzey’in Sait Faik’i oldu benim için. Jones bu efsanevi yolculuğunu tek gözlü ve tek ayaklı köpeğiyle, fırtına ve buzdağları arasında, kimi zaman kaybolarak, kimi zaman bir Eskimo klanının yardımıyla hayatta kalarak, kutup ayılarıyla boğuşarak tamamlamış.

Buz'dan bir alıntı.


“7. Yüzyılda Saksonlarla Keltlerin arasında ihtiyatlı bir barış sağlanmışken Kuzey Denizi’nin uzaklarında, Norveç’te, İsveç dağlarından gelen göçmenlerin giderek artması, üstelik doğum oranlarında görülmedik bir artış, derin fiyortların diplerinde vikke denilen köylerde yaşayan barışçıl çiftçilerin (Vikingler) yiyecek için önce balıkçılığa sonra birbirlerinin sefil köylerine saldırmaya başlamalarına yol açtı. Bu saldırılar sırasında yeni bir deniz aracı geliştirildi. Hem ellerinin altındaki mükemmel keresteyi hem de ülkenin sert denizlerinde elde ettikleri tecrübeyi kullanarak yaptıkları bu kayığa karfi adını verdiler. Karfi on iki metre boyunda, iki başlı, sığ sularda gidebilen bir kayıktı. Sert havalarda büyük dalgalarla başa çıkabildiği gibi fiyortların sakin sularında da seyir yapabiliyor ve bir saldırı için ya da yağmadan ganimetle dönüldüğünde kolayca kıyıya çıkabiliyordu. 

Kafi’den sonra geliştirilen teknenin adı hafskip ya da  knarr’dı. Bu, çok daha uzun, geniş, okyanus gidebilen uzun gemiydi.

Bugünkü gibi dümenleri ve pusulaları yoktu. Seyir sırasında enlem mevkini yıldız ve güneşe bakarak buluyorlardı. Boylam mevkilerini ise tahminle. Norveç’ten beş gün boyunca batan güneşe git, sonra İngiltere ve Avrupa için sola dön, İzlanda için sağa dön. Bu kadar ilkeldi. Vikinglerin başarılı yolculuklarını hep duyarız ama kaçının okyanusta kaybolduğunu bilmeyiz. Bu büyük bir sayı olmalı. Bölgedeki kötü hava koşullarını da düşününce yüzde otuz kadar kayıp tahmin ediyorum.”


Başıboş – Steven Callahan (çev. Hülya Leigh, Naviga Yayınları)

Steven Callahan’ın bu kitabını imkânım olsa bütün okullarda okuturdum. Bir denizcinin hayata bağlılığını ve yaşam mücadelesini en iyi anlatan kitaplardan biri olmalı. Özellikle gençlerin hayatına çok değerli katkısı olacağını düşünüyorum. Callahan okyanusta batan teknesinden son anda şişme küçük kurtarma botuna geçerek tam 76 gün boyunca hayatta kalmayı başarır. Köpekbalıkları, sıcak, soğuk, açlık ve susuzluk arasından sızan o küçücük ümide sarılarak yaşamın kıyısında kalır. Callahan bu deneyimin ardından Pi’nin Yaşamı (Life of Pi) filmine de danışmanlık yapmış.

Kon-Tiki – Thor Heyerdahl (Çev. Deniz Canefe, Alfa Kitap)


Norveçli antropolog Thor Heyerdahl Polinezya Adaları halkının Peru’dan sallarla geldiğine dair bir teori ortaya atınca kimse tarafından ciddiye alınmaz. Onun için geriye tek yol kalır. Eski teknolojiye uygun bir sal yaparak okyanusa açılmak ve teorisini denemek. Heyerdahl’ın 1947 yılında 101 gün boyunca fırtınalar, soluğanlar, köpek balıkları, güneş ve yıldızlar arasında yaptığı efsanevi yolculuğu anlatıyor bu kitap. Yolculuğu anlatan bir film de var ama önce kitabı okuyun derim.


Denizcilik Terimleri ve Denizci Dili Kaynakçası

Teknecilik Ansiklopedisi , John Vigor, çev. Doğan Çelen-Ali Gündüz, Amatör Denizcilik Federasyonu Amatör Denizci El Kitabı , Sezar Atmaca, A...